Ender Özbay **

ONAY AKBAŞ RESMİNDE “DİPTEN GELEN DALGA”NIN DİYALEKTİĞİ *
İnanmazsınız... İlk insandan beridir var olan; Demokritos’tan beridir düşünen; Altamira mağaralarındaki
 
resimleri çizen; Musa, İsa, Muhammed denli masum; Krezüs denli zengin; Yunus denli seven; Hercules
 
denli güçlü; La Jacond’a tutulan; Spartacus’ü kışkırtan; yazıyı bulan; Mozart, Beethoven, Büyük İskender’le
 
dost...[1] Demez misiniz, kim, kim, kimdir böyle bir kişi? Tarihin bir öznesi, kültürün kadirşinas mirasçısı,
 
diyalektik bir bireydir.
Onay Akbaş’ın “Dalga” başlığını taşıyan, Ege Üniversitesi evsahipliğinde İzmir-Konak’taki Atatürk Kültür
 
Merkezi’nde 31 Ocak 2015’e kadar görülebilecek olan sergide, Akbaş resimlerinin gerçeğini ilk defa
 
gördüm. Onların çarpıcılığı, gerçek atmosferi; kitap, dergi veya bilgisayardan bakıldığında bu denli
 
anlaşılamıyor. Altı üstü 90-100 adım boyundaki salonu 2 saatte kat edemedim. Çünkü o salon, Akbaş’ın
 
resimleriyle efsunlu bir kültür-felsefe-estetik-tarih tüneline dönüşmüştü. Nietzsche, Marx, Derrida,
 
Cioran, ne bileyim, Kant, Weber, Habermas, Croce ya da W. Benjaminlerle söyleşir-güreşir gibi geçtim o
 
atmosferden. Ve anladım ki bu, salonun kapısında bitecek bir yolculuk değil, orada başlamadığı gibi...
Çağımızda, sanat ve iletişimde görselliğin yaygın, "görsel iletişim"in egemen olmasına rağmen, birim
 
zamandaki faydalı iş miktarı yarışında savrulan zaman fakiri "modern insan"ın kültür dağarı ve tarih bilinci
 
de kısıtlandığı ve kısırlaştığı için, Onay Akbaş resimlerinin geniş kitlelerce rahat algılanamayacağı, kolay
 
anlaşılamayacağı endişesi kaplıyor insanı bir yandan. Fakat, bu bağlamdaki toplumsal sorun, olanca arka
 
planıyla onun çıkış noktalarından, resminin gerekçelerinden, itkilerinden biri belki de.
Her biri "kitap" niteliğindeki eserlerde biçimleri, nesneleri, simgeleri, renkleri bir "arkeolog" edasıyla
 
katman katman ele almak, onları ayrı ayrı ve bütünsel olarak anlamaya çalışmak; dolayısıyla, kendi içimize
 
ve içinde yaşadığımız kültür ortamına kazma vurmak gerekecektir. Fakat böylesi bir araştırma, bu anlama
 
çabası, ahenkli-estetik bir eylem olarak yaşamdan bir mitoloji damıtıp bu yolla onu sorgulamaya girişen
 
Onay Akbaş’ın cesareti ölçeğinde bir cüretle mümkün olabilir ancak. Yanılgılara düşmek pahasına,
 
Akbaş’ın bunca yıllık sanat emeği, düşünce-algı dağarımıza kazandırdıkları ve başarısı karşısında bir saygı
 
duruşu emaresi olarak böyle bir çaba ve cüret önemlidir.
 
Yüzeydeki Hâreler
“Dalga”yı tuvalin yüzeyinde, yüzeyin göze ilk çarpan rengarenk biçimlerinde bulmaya çalışmak, hem de
 
bir çırpıda arayıp bulma hevesi doğru yere götürmez izleyiciyi. Sergide, “dalga”yı keşfedebilmek için
 
acele etmemek, bencileyin önce “akrep”i bulmak, anlamak gerekir. Her bir tuvalde, ve hepsinin zihne
 
yansıyan tümel kompozisyonunda akrebi sezmek gerekir. Bunu yaparken, her bir resim, sıralanış, tuval
 
yüzeylerinin nasıl meydana geldiği ve nelerden oluştuğu önem kazanacaktır elbette. Akbaş’ın resimleri
 
üzerine pek çok yazı yazılmış, üslup çözümleme-değerlendirme denemeleri yapılmıştır; bu nedenle bazı
 
şeyleri tekrar etmeye gerek yok aslında.[2]
Fakat başka bir alandan mantık aktarımı yapılarak denilebilir ki: Dil, felsefe yapmanın, düşünmenin
 
birincil aracıysa ve üstelik sözcükler (ve kavramlar) düşünmenin materyalleri ise, bunun gibi, resimde de,
 
anlatımın, ifadenin, ironinin, alegorinin, yapılabilmesi birinci derecede, resim dilini meydana getiren
 
çizim tekniği, fırça tekniği, boyama, renk, geometri, perspektif teknik ve uygulamaları, biraz daha
 
temelde de uzay algısı yetkinliğiyle gerçekleşen yerleştirme üslubudur.
Onay Akbaş’ın resmi, geometri ve rengin hemen hemen eşit güçte olduğu (ve kendisinin de ifade ettiği
 
üzere) bir figür resmidir. İzleyici ilk bakışta, renk öbekleri ve geometrik biçimlerle parçalanmış tuval
 
yüzeyinde kaybolma endişesine kapılır; fakat bir kez bakmışsınızdır ve uzay cisimlerinin kaçınılmaz çekim
 
etkisi misali, artık o resme yönelmek zorundasınızdır adeta. Uzay cisimlerinin kaçınılmaz çekimiyle “tikel”
 
ve “tümel”, dengeli, ahenkli bir hareket meydana gelir. İşte zihnin tuvalle; gözün tuvalde gördüğü
 
öğelerle böyle bir ilişkisi başlar ve sergi artık efsunlu bir kültür-felsefe-estetik-tarih geçididir; “tikel” ya
 
da “tümel”den birini es geçerseniz; tuvaldeki capcanlı detaylara dalıp bütünü unutur ya da resimlerin
 
büyülü bütünlüğünde hülyalara dalarsanız kaybolursunuz; çevik bir bilinçle “uyanık” olmalı izleyici!
 
İzleyici olmaktan çıkıp katılımcı bir özneye dönüşmeli hatta.
Biçimde ve biçemde, teknikte ve üslupta, olanca sanat tarihinin evrelerinden, Rönesans, Barok, Kübizm,
 
Fovizm, Empresyonizm ya da Expresyonizm diye sıralanabilecek nice sanat anlayışından izler, Akbaş’ın
 
resminde artık rahatlıkla ayıklanıp tutulamayacak denli bir organik bireşim meydana getirmiştir. Bazı
 
biçimsel uygulamalarda, çerçevenin kendisinde yahut resmin iç bölümlenişinde dipdik, triptik ve
 
tondolarda Roma, Bizans ve Rönesans’ın mirası değerlendirilirken; bir yandan Doğu’nun minyatür ve
 
kukla sanatı, Karagöz veya Siyah Kalem’in cinlerini çağrıştıran figürlerle derinlerden göz kırpar. Cıvatayla
 
tutturulmuş parçalardan oluşan figürler, mask benzeri suretler ve simgeler, izleyiciye, arkaik - primitif
 
biçim, figür ve anlatım dağarcığının da dışlanmadığını haykırır. Tersine, köhne yanları törpülenerek resme
 
alınmış; “modern”in tıkandığı noktada "kurtarıcı nefes"e giden "acil çıkış"ın basamaklarını oluşturmak
 
üzere orada hazır ve nazırdırlar; modernizmin ve postmodernizmin "liberal zindanındaki" bir
 
avluymuşçasına "arı-duru" olanı, öz'ü, "imkân"ı hatırlatırlar. Yine de Akbaş’ın resmi, saydığımız akım ve
 
anlayışların hiçbiri değildir; yalın anlamıyla “hepsi” de değildir!
Tuval yüzeyinde figürleri sarıp sarmalayan ve kitschleşme riski resmin diyalektik doğası ve dinamiğinde
 
daha baştan bertaraf olmuş semboller, çağrışım ve atıflar meydana getirerek anlam örüntüsünü tümler:
 
Bir “sayrılığın” ya da kudsiyetin alameti sayılabilecek “stigmatalar”, “Midas’ın eşek kulakları”, kaos
 
kuramını düşündürebilecek kelebekler, bazı figürlerde saf bir çocuğun şirin tokası olarak saçlara
 
iliştirilmiş kelebekler; etrafta uçuşan yusufçuklar; çağdaş dünyanın kültür dağarına değinen “doymaz
 
yiyici Pac-Man”, biraz çılgınca bir benzetme yaparsak “Batman” simgesini de çağrıştıran başkalaşmış
 
nükleer atık sembolü, haçtan türemiş biçimler, yumurtalar, su damlaları, “Eros”la kavramsal düzeyde
 
ilişkilendirilebilecek kalp ve ok motifleri, rasyonel mantığın, pozitivist bilimin emareleri olarak gözlük,
 
akademik kep, ampul; karşılığında dogmatizm-mistisizm kaynaklı mantığa delil sivri külahlı şapka,
 
iskambil kağıdı (özellikle “sinek”, ki sanatçının şiir manifestosunda bahsettiği Büyük İskender’i simgeler),
 
yasak elma (aslında “iyiyi ve kötüyü bilme ağacının meyvası; yani bahşedilmiş bilgelik...), taç, kılıç, mızrak,
 
balık, yer yer çok şematikleşmiş kaligrafik unsurlar [mesela phei (
Φ); genellikle alt
ın oranı simgeler,
 
tanrının dünyayı bu oranla kurduğu dogmaları vardır ve sanatçının bunu “Gökten Bekleyen” adlı resimde
 
kullanmış olması rastlantısal olmasa gerektir.], şematikleştirilmiş bazı araç-gereç, nesne ve bitkisel
 
örgeler... tümü güçlü bir felsefi anlayışla tutkallanmış, espas içinde üst üste, alt alta, iç içe, güçlü bir
 
plastik kompozisyonda eritilmiştir.
Akbaş’ın ikonografisini oluşturan bu gibi öğeler; her biri şahsına munhasır özellikleriyle simge/imge
 
değerine de sahip öküz, maymun, gergedan, balık, akrep; masallardan konuk prens, kurbağa, Rapunzel,
 
bazı yaratıklar ve de Karagöz gibi karakterlerle kıpır kıpır Akbaş mitolojisini tümler.
Espas içinde, negatif-pozitif geçişlerle zamansal, kavramsal ve düşünsel geçişkenlik, akış, etkileşim yahut
 
karşıtlıklar; merkezden dışa doğru -aliterasyon sağlayan- bordürlerle genel bir “dalga” algısı meydana
 
getirilmiştir. (Fakat asıl dalga burada değildir!)
Bunca renk, geometri ve güçlü plastik ifadeye rağmen Akbaş’ta resim, dekoratif bir zevk materyali
 
olmaktan (bu özelliğini de yitirmeden) düşünce dili, felsefe aracı olmaya terfi etmiştir.
 
Akrep’i Ararken
Belki de akrebin içinde geziniyoruz. Bir bakıma, kendi iç ve toplumsal evrenimizde, onun girdabında...
 
Nitekim, “Fırtınada Ressam ve Yelkenlisi” ile başlayan “Dalga” yolculuğu, nedense “Akrep”le biter.
 
Ansızın, “Akrep gibisin kardeşim, / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi...”[3] dizeleriyle başlayan şiirin
 
çağrışımlarıyla; başkalarıyla karşılaştığında acımasızca sokup öldürmekte beis görmeyen, tam anlamıyla
 
yamyam, ancak, kendi kendini sürükleyip getirdiği yangının ortasında bünyesi altüst olunca şuurunu
 
yitirip kasıla kasıla kendini öldürüveren, akrep değil de insanlığın ta kendisiymiş gibi gelir insana.
 
Çağrışımlar, “Geçit Yok” resminde doğal-primitif yaşama müdahale etmeye gelmiş “uygar dünya”yı
 
simgeleyen mekanik figürün yapısı ile akrep bedeninin (özellikle kuyruğunun) mekaniklik izlenimi veren
 
segmentli yapısı arasında bir ilinti aramaya kadar götürür izleyiciyi. Dahası, “Dalga” adlı resimde, biri
 
parmağıyla kafasını, yani rasyonel düşünceyi işaret eden gözlüklü ve diğeri masumiyet ve iyiliği imleyen
 
kırmızı kelebek tokalı iki güleç figürün karşısına dikilmiş Midas kulaklı, eli stigmatalı, Kafka’nın Gregor
 
Samsa’sı misali kravatıyla reprezant bir figür, kepçesindeki şeyi pazarlamaya çalışır gibidir ve daha ilginç
 
olan, bu yaratık çerçeve dışından içeri uzanmış bir akrep kuyruğunun iğne kısmı gibidir aslında!.. Ansızın,
 
sergilenenin, kavram olarak, atomize edilmiş bir “akrep” olduğu kavrayışı, olanca insanlık kültür ve
 
tarihini tüm halleri, kavramları, olgularıyla gözden geçirmenizi gerektiren bir sarsıntı olur. Belki de dalga
 
da buradan gelecektir.
 
“Dipten Gelen Dalga”
Resimleri, kahve falı bakar gibi ya da bulmaca çözer gibi çözümlemeye kalkışmak heyecanlı ama kısır ve
 
yanılgılarla dolu bir çaba olabilir. Yüzeyde; alegori ve ironilerle dolu bir alt anlam katmanında sanatçının
 
bir “mitoloji” yarattığı, buna ilişkin yetkin bir ikonografi de oluşturduğu anlaşıldıktan sonra; tüm bunların
 
neden yapıldığını, nerelerden kaynaklandığını araştırmaya başladığımızda, Onay Akbaş’ı dogmatik bir sanat
 
kutsayıcılığıyla mitleştirmekten kurtulup onu gerçekten anlamaya, resmine de hak ettiği değeri vermeye
 
yaklaşıyoruz demektir.
Bir sanatçının, bahsettiğimiz üzere, kendinden önceki tüm sanat tarihi birikimlerini özümsemiş olması,
 
zaten beklenmelidir aslında. “Gelenek”, ürünün temel taşlarını, malzemenin bir kısmını, “klişe”leri
 
taşıyan bir zaman ırmağıysa, sanatçı, tarihin geldiği noktada ırmağın kıyısında o malzemeyi yetkinliğince
 
ayıklayıp devşirecek bir yapıcıdır. Temele dikeceği “klişe” taşları dahil, malzemeyi nasıl biçimlendirip, ne
 
inşa edeceği, nasıl planlayacağı ve bu yolla ne demeye çalışacağı, onun “ırmak” nezdindeki özne olma
 
kuvvetiyle ilgilidir. Sanatçı, ressam olmazdan önce tarihte ve “kültür”de, birikimi ve yaşam trajedisini
 
kavrayan “özne” olmuştur. Akbaş zamanın güncel halkasında (sanat tarihinin büyük ustalarının da
 
gösterdiği üzere) şunu anımsatır: Aslolan, pentürün-espasın-fırçanın teknik imkanları değil; us’un engin
 
ufukları, kavrama yeteneği ve diyalektik bir duyarlılığın bağıntısallıkla geliştirdiği ifade imkanlarıdır;
 
bilindik teknik, yöntem ve biçimlerle yeni biçemlere uzanışın iksir ve efsununu içeren imkanların göreli
 
sınırsızlığıdır.
Bu akış, bu kaos, bu ahenk, bu baş döndürücü sınırsızlık içinde o nerededir, kimdir? Bunca varlığı,
 
kahramanını, rengi, simgeyi tuvalindeki bu toplantıya, bu şölene neden çağırmıştır? Aslında resme,
 
bilinen mit, masal, fıkra ve anlatılardan, edebiyat ve tarihten -deformasyonla da olsa- karakter ve figürler
 
dahil etmek tehlikelidir; izleyiciye, Akbaş uçurumun sarp yamacında parende atıyormuş gibi gelir; oysa
 
yetkinliğiyle yerleştirdiği görünmez bir duvarla “sıradanlık ve tekrar”ı ötelemiştir o; tuvaline buyur
 
ettiklerini onlardan faydalanmak için değil; onları sorgulamak, anlamak, tanıştırmak, yeniden var etmek
 
için çağırmıştır tuvalindeki toplantıya.
Onay Akbaş resminin kültürün her alanıyla, özellikle de edebiyatla akrabalığı vardır. Olmalıdır da.
 
Toplum-kültür bütününden koparak güya “özgürleşmiş” ve uzaya öylece salınmış bireyin sanatçılığı, genel
 
bir hezeyan hali olarak belirmiştir sanat tarihinde. Oysa Akbaş’ta melankoli yenilgiye uğratılmıştır; bu,
 
mizahî öz taşıdığı hissedilen alegorik öğelerin ve tuvaldeki düzenlenişlerinin ironik halleriyle ilk bakışta
 
kendini hissettirir; fakat bu da değil, temeldeki felsefedir aslolan ve resmin dinamiği de Akbaş’ın yetkin
 
diyalektiğinden başka şey değildir. Yüzey çözümlemeleri geçiştirmedir. Karşımızda, tarihsel bir birikimin
 
ve “tecessüs derinliği”nin “tecessümü” vardır.
Özgeçmişinden, söyleşilerindeki satır aralarından, anı fotoğraflarından ve mümkünse kendisinden
 
tanımaya girişirseniz Akbaş’ı; içinden geçtiği çalkantılı tarihsel sürecin “aktüel” ve “kahraman” bir figürü
 
olmaya özenmemiş fakat hakikaten öznesi olmuş ve özümseme çabasıyla yetkinleşmiş bir kişilik
 
keşfedersiniz. Öleceğini bilerek yaşamak zaten için için boğuştuğu daimi trajedisi iken insanın; ölümlü,
 
açlıklı, ayrılıklı, hapisli, işsizlikli, korkulu, ağrılı, savaşlı, zulümlü, hasretli, vahşetli bir dünyanın içinden
 
geçerek var olmaya devam edebilmek, (asgari vasıf ve koşullara “düşük”leşerek genelce mümkünse de)
 
aklî melekeleri zayıflamadan, sorgulayan, yaratıcılığını ve denge duruşunu gitgide geliştiren bir özne-
sanatçı olarak devam edebilmek, Onay Akbaş’ta belirginleşen “trajedyasında yetkinleşen bireyin
 
diyalektiği”ni[4] müjdeliyor.
Değeri, fantastikliğinden çok, yaşamla tinsel-estetik bağından kaynaklanan J. R. R. Tolkien’in özgün yaratı
 
evreni ya da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’daki atmosferiyle de, antik ve geleneksel mitler kadar
 
akrabadır Onay Akbaş.
Atay’ın modernizmin olay ve olgularını, Antikite’den Orta Asya çadırlarına, Avrupaî kültür öğelerinden
 
Kutsal Kitap anlatılarına, (Kutluk Dandini - Fersus Dasdana gibi karakterlere evrilen) “dandini dandini
 
dasdana” ninnisine ve dahi (inceden inceye Sanço ya da Cuma karakterlerini çağrıştıran) “Olric”e,
 
Osmanlı’dan Komünizm’e ve çağdaş Türkiye siyasasının depreştiği dönemlere varıncaya... olayların
 
figürleştirildiği, gerçek kişilerin kavramlaştırıldığı, kavramların öyküleştirildiği, iç içe veya yer ve rol
 
değiştirerek karşıtlıklar-yakınlıklar içinde; yeni, mizahî, alegorik, ironik, eleştirel, alternatif bir ifade
 
usulünün imkanına dönüştürülüp alımlayanın zihnine ve belleğine (ezber ve yerleşik yargıya) sarsıcı bir
 
tokat attığı roman evreni, Akbaş’ın resim evreniyle öylesine kardeştir ki, belki de özdeştir ve belki de
 
sanat tarihimizin resim alanında nicedir beklediği bir doğruluştur.
Uygarlığa-çağa dair sorgu, kıyas, düşünce, öneri ve retler içeren felsefî / sanatsal yapıtlar, kütüphaneler
 
dolusu var elbette; ama Akbaş’ın resmi insanlık dağarcığına, özgün ve tarihsel olarak tam zamanında
 
belirmiş; hem de belirdiği tarih sürecinin düşünsel sancılarına uygun bir dokunuş; sorgularına karşılık
 
gelen "tefekkür" ve çözümleme içeriğiyle donanmış bir sanat anlayışı olarak katılıyor.
Dalga, (Akbaş’ın İlya Ehrenburg’a selam çaktığı resimde slogana, sözcüğe dökülüyorsa da) asıl, “var”ın
 
devinimiyle “kültür”ün oluşumu ve evrilmesi demek olan “yaşam”ın; hem de en azametli vaadi (nasıl
 
gerçekleşeceğini toplumsal iradimizle belirleme şansı tanıdığı) ölüm olan “yaşam”ın ta kendisidir. Biz,
 
tumturaklı bilgiçliğimizle dalga içre olup bunu bilemeyen balık... Ve o, Onay Akbaş, Homeros’un asasını,
 
Yunus’un hırkasını kuşanmış da haykırıyor. “Alman ressam Munch bile böyle bağırmamıştı.”[5

* Bu yazı Ege Üniversitesi yayını olan EGEden dergisinde (Ocak ayı içinde basılacak) yayınlanacaktır.  (bkz.
 
http://www.egeden.ege.edu.tr/)
** (Araştırma Görevlisi; Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Anabilim Dalı  & EÜ 50. Yıl
 
Köşkü Sanat Galerisi Koordinatörü)
 
 
[1] Onay Akbaş’ın "Manifesto/Şiir"ine göndermedir. [Bkz. “Eğer size, ilk insandan beridir var olduğumu, /
 
Demokritos’tan beridir düşündüğümü, / Altamira mağaralarında resim çizenin ben; / Musa, İsa,
 
Muhammed denli masum, / Krezüs denli zengin olduğumu, / Yunus denli sevdiğimi, / Hercules denli
 
güçlü olduğumu, / Benim de La Jacond’a tutulduğumu, / -Bu çorbanın tuzu yok- / Spartacus’ü kışkırttığımı;
 
/ Yazıyı bulduğumu, / Ama şimdi başkalarının ondan yararlandığını, / Mozart, Beethoven, Büyük
 
İskender’in dostlarım olduklarını / Söylesem inanmazdınız… / Öyle ise…”
 
(http://istanbul2010.blog.lemonde.fr/siir/) ]
 
[2] Bkz. http://www.onayakbas.com/makaleler.html
 
[3] Nazım Hikmet Ran.
 
[4] Metin Cengiz, Veysel Çolak, Seyyit Nezir’in içinde bulunduğu Yenibütüncü Şiir’in manifestosundan...
 
Bkz. Metin Cengiz, “Bir Tufan Sonrası”, 1988, İstanbul, s.7-11.
 
[5] Can Yücel’in “Eşber’e” adlı şiirinden.